Duran Her Şey Hareket Ediyor
180.00TL
Yazar: Atilla Yücel
Marka: Arketon Yayınları
Basım Tarihi: Eylül 2019
Sayfa Sayısı: 192
Boyut: 15.5 x 23.5 cm
Stokta
9786056959509
Paylaşın:
Ürün Açıklaması
Aykut Köksal’ın genel yayın yönetmenliğinde kurulan Arketon Yayınları’nın ilk kitabı yayımlandı. Atilla Yücel’in İstanbul yazılarından oluşan kitap “Duran Her Şey Hareket Ediyor” adını taşıyor. 2018’de yitirdiğimiz Atilla Yücel, akademisyen ve entelektüel kimliğiyle mimarlık dünyasının önde gelen kişileri arasında yer alıyordu. İstanbul üzerine yazdığı metinlerden oluşan kitap, kentin modernleşme öyküsünden mimarlığına, siluet sorunundan 19. yüzyıl sıra evlerine, Taksim Meydanı’ndan Galata ve Pera’ya uzanan geniş bir çerçeve çiziyor.
İstanbul Yazıları bu zengin ve farklılıklar içeren külliyat içinde bir küçük halka olduğu kadar yazar açısından aynı zamanda kendi düşünce ve yazın yaşamının bir halkası, başka mekânlarla, başka deneyimlerle, başka düşüncelerle ve başka metinlerle ilişkileri var. Çünkü her metin nesnesini dile getirirken kendi öyküsünü ve kendi gerçekliğini de içinde barındırır ve örtülü biçimde de olsa ifşa eder.”
Yücel önsözde, kendi yazı serüvenini ise şöyle anlatmış: “Mimarlık konusunda yazmaya başlamam öğrencilik yıllarıma kadar uzanıyor. Aslında yazmaya başlamam demek daha doğru; henüz İTÜ’nün ilk sınıflarındayken, o yıllarda çıkan Yelken gibi kimi sanat dergilerinde fotoğrafla, arkeolojiyle ilgili kısa çeviriler, hatta bazı çağdaş Fransız ozanlarından şiir çevirileri yaparak başladı bu deneyim. Son sınıflara yaklaşınca bu kez sıra mimarlık yazılarına gelmişti: Bülent Özer’in Doğan Hasol ile birlikte yayımladığı Mimarlık ve Sanat dergisinde bir dizi çeviri, kitap özeti, sonra akademik ortam içinde başlayan, meslek basını zeminine de yayılan başka yazılar, çeviriler, derlemeler, inceleme metinleri, kitap bölümleri, makaleler... Bunlar daha sonra akademya ve meslek basını dışında başka kültür ve sanat yayını ortamlarında, edebiyat dergilerinde, örneğin Memet Fuat’ın çıkardığı Yeni Dergi’de devam etti. Günün akademik iklimi, yakın zamanların, bugünün akademik ortamının, bildiriler, birinci yazarlık, tarama endeksleri kabul ve standartlarının uzağındaydı henüz, bunların getirdiği biçimsel endişelerin de. Genç yaşta okuma alışkanlığı edinmiş bir kişiydim, dil bilgim fena sayılmazdı; bunların verdiği imkânları ilgi ve merakımın bana gösterdiği yönde kullanıyordum.
İlgimi bir konuya toplayamama gibi bir huyum vardı; hep oldu. Birçok şeyi aynı anda merak ettim; birden çok kitabı aynı süreler içinde okudum; birden çok proje, üretim hep birbirinin içine girdi. Bunun ele alınan konuya çeşitlilik, referans zenginliği, yaklaşım farklılığı sağlamak gibi yararları vardı ama bazen başlanan projeyi –metin, tez, program vb– bitirememek, bir konuya yoğunlaşamamak, bazen bıkıp uzun süreler için ertelemek gibi sakıncaları da içeriyordu. Bu sakıncanın üstesinden gelmek için çok çaba harcadığım da söylenemez; sanırım bu tür bir akademik disiplinden her zaman yoksun oldum. Zorunluluklardan hiçbir zaman hoşlanmadığımı da itiraf etmeliyim; yazı konusunda da bu böyle. Hemen her zaman düşünme ve yazma enerjimi çelen ve diğerlerinin –zorunluluk içeren öncekilerin– önüne geçen daha çekici yeni bir konu oldu.
Güncelleyerek yayımlamaya karar verdiğim yazıların çoğunu bu tür metinler oluşturuyor: Bir akademik ya da profesyonel zorunluluktan kaynaklanmayan, çok azı dışında formel akademik rutine bağlı olmayan, çoğunlukla yazarın özgür iradesinin, o günkü düşünsel ilgi ve enerjisinin çizdiği güzergâh boyunca oluşmuş metinler. Bazılarının formel akademik ortamlara sunulmuş olması da bunu değiştirmiyor.
İstanbul Yazıları bu zengin ve farklılıklar içeren külliyat içinde bir küçük halka olduğu kadar yazar açısından aynı zamanda kendi düşünce ve yazın yaşamının bir halkası, başka mekânlarla, başka deneyimlerle, başka düşüncelerle ve başka metinlerle ilişkileri var. Çünkü her metin nesnesini dile getirirken kendi öyküsünü ve kendi gerçekliğini de içinde barındırır ve örtülü biçimde de olsa ifşa eder.”
Yücel önsözde, kendi yazı serüvenini ise şöyle anlatmış: “Mimarlık konusunda yazmaya başlamam öğrencilik yıllarıma kadar uzanıyor. Aslında yazmaya başlamam demek daha doğru; henüz İTÜ’nün ilk sınıflarındayken, o yıllarda çıkan Yelken gibi kimi sanat dergilerinde fotoğrafla, arkeolojiyle ilgili kısa çeviriler, hatta bazı çağdaş Fransız ozanlarından şiir çevirileri yaparak başladı bu deneyim. Son sınıflara yaklaşınca bu kez sıra mimarlık yazılarına gelmişti: Bülent Özer’in Doğan Hasol ile birlikte yayımladığı Mimarlık ve Sanat dergisinde bir dizi çeviri, kitap özeti, sonra akademik ortam içinde başlayan, meslek basını zeminine de yayılan başka yazılar, çeviriler, derlemeler, inceleme metinleri, kitap bölümleri, makaleler... Bunlar daha sonra akademya ve meslek basını dışında başka kültür ve sanat yayını ortamlarında, edebiyat dergilerinde, örneğin Memet Fuat’ın çıkardığı Yeni Dergi’de devam etti. Günün akademik iklimi, yakın zamanların, bugünün akademik ortamının, bildiriler, birinci yazarlık, tarama endeksleri kabul ve standartlarının uzağındaydı henüz, bunların getirdiği biçimsel endişelerin de. Genç yaşta okuma alışkanlığı edinmiş bir kişiydim, dil bilgim fena sayılmazdı; bunların verdiği imkânları ilgi ve merakımın bana gösterdiği yönde kullanıyordum.
İlgimi bir konuya toplayamama gibi bir huyum vardı; hep oldu. Birçok şeyi aynı anda merak ettim; birden çok kitabı aynı süreler içinde okudum; birden çok proje, üretim hep birbirinin içine girdi. Bunun ele alınan konuya çeşitlilik, referans zenginliği, yaklaşım farklılığı sağlamak gibi yararları vardı ama bazen başlanan projeyi –metin, tez, program vb– bitirememek, bir konuya yoğunlaşamamak, bazen bıkıp uzun süreler için ertelemek gibi sakıncaları da içeriyordu. Bu sakıncanın üstesinden gelmek için çok çaba harcadığım da söylenemez; sanırım bu tür bir akademik disiplinden her zaman yoksun oldum. Zorunluluklardan hiçbir zaman hoşlanmadığımı da itiraf etmeliyim; yazı konusunda da bu böyle. Hemen her zaman düşünme ve yazma enerjimi çelen ve diğerlerinin –zorunluluk içeren öncekilerin
Güncelleyerek yayımlamaya karar verdiğim yazıların çoğunu bu tür metinler oluşturuyor: Bir akademik ya da profesyonel zorunluluktan kaynaklanmayan, çok azı dışında formel akademik rutine bağlı olmayan, çoğunlukla yazarın özgür iradesinin, o günkü düşünsel ilgi ve enerjisinin çizdiği güzergâh boyunca oluşmuş metinler. Bazılarının formel akademik ortamlara sunulmuş olması da bunu değiştirmiyor